Yükleniyor, lütfen bekleyiniz.

Prof. Dr. Halil Berktay Açılış Dersi 'Kendi Kendini Yetiştirmek Üzerine'

04.10.2017
Prof. Dr. Halil Berktay Açılış Dersi 'Kendi Kendini Yetiştirmek Üzerine'
Gençler, hasbelkader üniversiteye girdiniz. Şimdi ne yapacaksınız? Ne arıyorsunuz üniversitede?

Prof. Dr. Halil Berktay Açılış Dersi Kendi Kendini Yetiştirmek Üzerine (On Self-Cultivation) 25 Eylül 2017

Gençler, hasbelkader üniversiteye girdiniz. Şimdi ne yapacaksınız? Ne arıyorsunuz üniversitede? Üniversite nedir sizin için? Bilgi mi arıyorsunuz, kendi kendinizi mi arıyorsunuz, yoksa sadece bir belge, bir diploma peşinde misiniz?

Diplomanın önemini inkâr etmiyorum. Diplomalar da çok, çok önemli kuşkusuz. Hayat diplomasız dönmüyor. Meslek mücadelesi, kariyer mücadelesi, hayat mücadelesi… 19. yüzyıl başlarından bu yana; yeni, modern araştırma üniversitesi kurumunun ilk defa Almanya’da, Berlin Üniversitesi’nde tanımlanmasından bu yana, modernitenin meslek ve hayat mücadeleleri yoğun bir şekilde sürüyor. Bu gelişme, Fransız Devrimi’yle Sanayi Devrimi’nin ikili etkisi altında gerçekleşti. Bu iki büyük olay birlikte ve karmaşık etkileşimleri içinde yepyeni bir kamusal alan yaratıp genişletti. Aynı zamanda, geleneksel tarım toplumlarında var olanın ötesinde muazzam bir meslekler, profession’lar patlamasına yol açtı.

Öyle ki, şimdi artık bu profession’ların her biri için, giriş koşullarının çok titiz ve yeknesak bir şekilde, homojen ve evrensel olacağı umulan bir şekilde tanımlanması gerekiyordu. Değişen toplumlar değişen içerikleri beraberinde getirdi. 19. yüzyıldan bu yana üniversiteler müfredatlarını sürekli geliştiriyor. Yeni yeni programlar, bölümler, diploma alanları ortaya çıkıyor. Fakat üniversitenin genel işlevi değişmiyor. Bilgi üretmek ve yeniden üretmek… Her toplumun mümkün olduğu kadar içselleştirilmiş, olabildiğince endojen (endogenous) bilgi üretme ve yeniden üretme süreçlerine ihtiyacı var. Bu bilgi üretme ve yeniden üretme süreçleri olmadan, toplumların vazgeçilmez unsurları olan elitler, seçkin zümreler yetiştirilemiyor. Bu bilgi üretme ve yeniden üretme süreçleri olmadan, çağdaş ekonomin her bir alanı ve sektörü için gerekli kalifiye insangücü vücut bulamıyor. Bill Gates’leri, Steve Jobs’ları, Mark Zuckerberg’leri; “üniversite çok da gerekli değil, diploma olmadan da pekâlâ oluyor” diye yalan yanlış örnek gösterilen insanları koyun bir kenara. Diploma gerekli, hem de çok gerekli.

Üniversite diploması olmadan Microsoft’u veya Apple’ı veya Facebook’u geliştirerek genç yaşta mülti-milyarder olan her bir ünlü için,  onların karşısında -- mülti-milyarderliğin iyi ve değerli bir amaç olup olmadığı bir yana -- diploma peşinde koşan ve diploma sayesinde hayatını kazanan milyonlarca ve on milyonlarca başka genç var. Ama öyleyse üniversite ne; aslî olarak ne; sizin için ne; ya da şu veya bu mesleğe girişi lisanslayan bir bilet gişesinden mi ibaret? Unutmayın; üniversite bunu yapabilmek için, tek tek bireylerin dar amaç ve ihtiyaçlarının çok ötesinde, hepimizin ancak küçük bir kısmını tüketebildiğimiz muazzam bir bilgi ve öğrenme evreni kuruyor aslında. Her şeyden önce bir bilgi ve öğrenme evreni -- ki şimdi, denize girer gibi, suya batar gibi, bir okyanusa dalar gibi bu öğrenme ortamına girmeniz, gömülmeniz bekleniyor. Nasıl yapacaksınız bunu? Eh, bir kere kapıdan içeri attık adımımızı, gerisi kolay, quick in quick out, “beş dakikada Beşiktaş” -- diye mi bakacaksınız bu olaya? “Eh,  bazı derslere gitmesek de olur, ama bazısına gideriz bakarsınız; belki not tutar belki tutmayız, aklımızda kaldığı kadar kalır işte; hoca da amma çok okuma vermiş, off, yüz sayfa okunur mu şimdi; canım ne olur atlasam, ordan buradan idare ederim işte.” Veya ortaokuldan, liseden beri alıştığımız teraneler: “60’lık çalıştım, yok 70’lik çalıştım, yok 75’lik çalıştım; 68 tuttursam geçiyorum zaten.” Hiç kimse de sormaz böyle öğrenci efsaneleri karşısında, nasıl hesaplıyorsun ancak 70 veya tamı tamına 75 alacak kadar çalıştığını diye.

Bırakalım bunun imkânsızlığını; ardındaki felsefeye, hayat karşısındaki asgarici duruşa gelelim. Bu illüzyonları ve kendi kendinizi aldatma alışkanlıklarınızı üniversitede de sürdürecek misiniz? Ya da standart menüyle mi yetineceksiniz? Türkiye’de bu çok derin, çok köklü bir alışkanlık maalesef. Devlet veya herhangi bir kurum veya herhangi bir okul, bir iş yeri, bir devlet dairesi, özel bir şirket, getirip hazır bir menü koyuyor sizin önünüze. Gençler; bu hazır menü yeterli mi sizin için? Web sitelerimize yüklediğimiz müfredata bakıp “daha ne; işte o dersi aldım, bu dersi aldım; Tarih veya Siyaset Bilimi lisansının ya da Türkiye Çalışmaları veya İslami İlimler yüksek lisansının kâğıt üzerindeki bütün yükümlülüklerini yerine getirdim” mi diyeceksiniz? Hayatımın boyunca hep iyi bir spor seyircisi, hattâ “koltuk uzmanı” oldum (armchair expert).

Atletizmi olsun, yüzmeyi olsun izlerken, şunun farkına varım geçmiş yıllarda, diyelim 1960’lar ve 70’lerde: tipik Türk sporcusu kaçar (kaçardı) antrenmandan. Şimdilerde küreselleşmenin ve uluslararası piyasada rekabetin etkisiyle değişti gerçi. Ama bir zamanlar çoğunun ufku Türkiye şampiyonalarıyla, yani iç pazarla sınırlıydı. Dolayısıyla kendilerine düşük hedefler koyarlardı ve antrenman da başarının olmazsa olmazı değildi; severek ve isteyerek yapılacak bir şey değildi onlar için. Tersine, bir külfetti, zorunlu bir angaryaydı, kaytarılacak bir şeydi. Üç yerine iki saatle yetinir; 5000-10,000 hazırlığında günde 45 km koşabilecekken 15 km’ye çok der; interval antrenmanında üst üste 20 x 400m koşması gerekirken 10 x 400 koşup bırakır; 10.5 saniyelik 100 metreleri hep kazanmakla avunur ama o 100 metre süratiyle 400 metreye çıkmayı (ve on göre idman yüklemeyi) akıllarına getirmezlerdi. Fark etmiyorlardu ama sadece kendi kendilerini aldatıyorlardu aslında. Çünkü bedeninizi aldatamazsınız ve yarış pistine çıktığınızda rakiplerinizi de aldatmanız mümkün değildir.

Bir Alexander Pope vardır, 18. yüzyıl başlarının ünlü İngiliz şairi, eleştirmeni, deneme yazarı. 1688 doğumlu. Henüz 23 yaşındayken manzum bir makale kaleme almış, 744 dizelik: Eleştiri Üzerine Bir Deneme (An Essay on Criticism). Çok kritik bazı mısraları hafızalarda yaşamaya devam eder. İlkçağ mitolojisinde, Makedonya’da bir yerlerde Pieria diye bir yöreden söz edilir. Burada bir bilgi pınarı veya çeşmesi olduğuna inanılır; bulup da suyundan içene ömür boyu tanrısal ilham ve bilgelik bahşedermiş. Pieria Pınarı böyle efsaneleşmiş. Şöyle diyor Alexander Pope, şiirinin bir yerinde: “Bilginin azı tehlikeli bir şeydir / Ya kana kana iç ya da hiç içme Pieria pınarından...” (A little learning is a dangerous thing / Drink deep or drink not of the Pierian Spring). Bilgiye susamışlık; öyle azıyla, yüzeyseliyle, kulaktan dolmasıyla, dost sohbetinde bir iki lâf satmaya yetecek kadarıyla idare etmeyi aklından bile geçirmemek.

Adam bunu 18. yüzyıl başında, Aydınlanma Çağı’nın eşiğinde söylemiş. Benim lisede, Robert Kolej’de, çok iyi bir arkadaşım vardı, bir sınıf küçük benden. Bir tür “dörtlü çete”ydik âdetâ, Robert Kolej ‘64 sınıfından ben, diğer üç kişi de ‘65 mezunları sınıfından. Adlarını vermeyeceğim, ama ben kendi sınıfıma göre yaşça küçük olduğumdan mıdır nedir, ya da tesadüflerin yardımıyla, önce biriyle, sonra diğer ikisiyle arkadaş olmuştum ve lise yıllarımızda hiç ayrılmadık. Esas sözünü etmek istediğim kişi de bu dörtlü çetenin bir parçasıydı. Robert Kolej’in henüz not enflasyonu olmayan, hocaların “curve” yapmadığı ve mutlak değerler üzerinden not verdiği bir dönemde, Robert Kolej tarihinin gelmiş geçmiş en yüksek notlarını tutturdu ve galiba liseden böyle 97,5 gibi bir ortalamayla mezun oldu. Yaz tatili geldiğinde, diyelim Lise 1 bitti, derhal Lise 2’nin matematik kitaplarını edinir ve yaz boyunca oturup kendi başına öğrenerek bütün problemlerini çözerdi. Ama mesele sadece bilgiye angajmanı değildi. Aile konağının en üst katında, aklımda kaldığına göre bir dergâhın şeyhi olan büyükbabası yaşıyordu; tasavvufla uğraşıyor ve Osmanlı müziği dinliyor; ünlü bir doktor olan babası orta katı işgl ediyor ve klasik Batı müziği dinliyor; benim arkadaşım da ikisi arasında gidip gelerek her ikisinin en azından havası ve atmosferini birleştirip içselleştirmeyi başarıyordu. Geçelim. Benim sınıfımdan bir kişi Yale’e gitti (yani sınıf ikincisi olan ben), sınıf birincisi olan arkadaşım da Harvard’a. Sonraki sınıftan yine bu sefer iki kişi Yale’e gitti, iki kişi de Harvard’a. Ve bunların üçü o “dörtlü çete”dendi, yani Robert’ten sonra bu sefer Yale-Harvard ekseninde buluşmuş olduk. Sözünü ettiğim esas kişi, 65’te mezun olup Harvard’a gidenlerdendi. ABD’de hukuk ve tıp, lisans sonrasında okunur. Bu arkadaşım da lisansta pre-med (tıp öncesi) diploması yaptı, sonra tıp okuluna gitti, yıllar geçti ve dünya çapında ünlü bir kardiyolog oldu. 1997 yılıydı; ben Boğaziçi Üniversitesi’ndeydim, eşim de İstanbul Üniversitesi’nde. Her nasılsa Fulbright’tan iki yarım burs aldık ve birlikte sabbatical’a çıkıp Harvard’a gittik bir yıllığına. Ve tabii derhal eski arkadaşımı buldum. Evlerine akşam yemeğine çağırdılar.

İkimiz de o sırada 50-51 yaşlarımızdayız, bundan yirmi yıl önce. Telefonda söylediydi zaten, “ben pamuk dede oldum” diye. Baktım, evet, saç sakal bembeyaz. Yemekten sonra baş başa sohbete oturduk; ilk söylediği şey: “Halil bana hemen mutlaka okumam gereken en iyi, en önemli yirmi tarih kitabının listesini çıkartıyorsun.” Böyle dinmeyen bir merak… Sordum, bunca yıldır nasıl geçiyor zamanın? “Haftada altı gün,” dedi, “sabahları 6’da kalkıp hastaneye gidiyorum [Mass General, tam adıyla Massachusetts General Hospital; Harvard Tıp Fakültesi’ne bağlı hastanelerin en önemlisi]; akşama kadar üç veya dört ‘prosedür’ yapıyorum işte gece 11 gibi de eve geliyorum.” Rstgele döküldü ağzımdan: Ey, Pazar günlerini nasıl geçiriyorsun o zaman? Kızardı.

O bembeyaz saçlarının ve sakalının ortasında yüzünün şu kadarı gözüküyor; resmen mahcubiyetten kızardı koca adam. “Matematik ödevlerimi yapıyorum.” “What?!” “Biliyorsun, matematik benim her zaman ilk aşkımdı. Harvard’a da aslında matematiksel fizik okumak için gelmiştim, ama biyokimya hocamın çok iyi çıkması beni tıp öncesine ve sonra tıbba çektiydi. Fakat içimdeki matematik tutkusu tükenmedi. Matematik doktorası yapıyorum, birkaç yıldır.” Bunu söyleyen insan, tekrar edeyim, Harvard’da profesördü ve Mass General’daki kardiyoloji bölümünün de başındaydı. Yetmemişti ama; gene Boston’daki Northeastern Üniversitesi’nde gece derslerine giderek matematik doktorasının bütün ders yükümlülüklerini tamamlamıştı ve şimdi doktora tezi üzerinde çalışıyordu.

Biz 1998 başında Türkiye’ye döndük; yıllar geçti; arkdaşım önce bir yere, sonra başka yere transfer edildi Harvard’dan. Texas Austin’den hoşlanmadı, Columbia’ya geldi. Geçen yıl New York’a gittiğimde gördüm. Kalkıp otelime geldi; lobide biraz sohbet ettik, hasret giderdik. Sormadan edemedim. Sırf zevkine yaptığı matematik doktorasını o yıl bitirmiş ve bir kenara koymuştu. Sevgili gençler, bu öykünün her sözcüğü gerçek. Size bir masal anlatmış değilim. Tabii herkes bu eski lise ve üniversite arkadaşım gibi olamaz. Olağanüstü yetenek ve deha diye bir şey var, kuşkusuz. Bunu inkâr etmek olanaksız. Yine de belki de bu insandan öğrenecek bir şeylerimiz vardır, Alexander Pope’tan da öğrenecek bir şeylerimiz olduğu gibi. Merak, merak, merak. Yetinmemek, yetinmemek, yetinmemek. Pes etmemek, pes etmemek, pes etmemek.

Hepinize başarılar dilerim.